Deneme bloğu bakalım

Emeğin Sesi Emekçinin Habercisi

  • Categories

  • Archives

  • Bağlantılar

İsrail işbirlikçiliğinin kanıtı gökten indi

Posted by hurremkaraoglu on September 9, 2007

İsrail işbirlikçiliğinin kanıtı gökten indi

İsrail casusluk faaliyetlerinde Türk hava sahasını kullanıyor. Kanıtlar “gökten indi”; İsrail yalanlıyor, TSK susuyor.

İsrail işbirlikçiliğinin kanıtı gökten indi

Suriye, 6 Eylül’de hava sahasını ihlal eden İsrail savaş uçaklarına ateş açıldığını duyurdu. Ülkenin kuzeyinde alçak uçuştaki uçaklar, ateş açılması üzerine kaçış manevrası yeteneklerini artırmak için yakıt tanklarını Hatay üzerine atarak uzaklaştılar.

Bırakılan yakıt tankları bulundu. Suriye’nin cevap hakkını saklı tuttuğunu açıklamasına rağmen İsrail devleti, resmi açıklamada bulunmazken yarı resmi açıklamalarla olayı yalanlıyor.

İsrail uçaklarının Türk hava sahasını ihlal ettiğinin kanıtları bulunmasına rağmen, Türk Genelkurmayı’nın internet sitesinde hava ihlalleri duyurularında 6 Eylül’de yalnızca Yunan uçaklarının Ege’de gerçekleştirdikleri ihlallere yer veriliyor.

İsrail uçakları Suriye’de

Üç gün önce İsrail savaş uçakları Suriye topraklarına ülkenin kuzeyinden girdiler. Uçakların, Suriye’nin kurduğu bir dinleme istasyonu hakkında istihbarat toplama görevinde olduğu tahmin ediliyor.

Suriye ordusu, Akdeniz üzerinden gelerek kuzey sınırından Suriye hava sahasına giren ve ülkenin kuzeyindeki çöl bölgesine bomba atan İsrail uçaklarına ateş açtıklarını duyurarak hava sahası ihlalini dünya gündemine taşıdı.

Suriye ordusu, düşman olarak nitelendirdiği İsrail hükümetini bu saldırgan davranışı için uyararak, buna uygun yolla karşılık verme hakkını saklı tuttuklarını da belirtti.

Türkiye’den girdiler, Türkiye’den kaçtılar

Suriyeli görgü tanıkları 5 ya da daha fazla uçağın sesini duyduklarını belirtirken, uçakların İsrail’den kalkarak Akdeniz üzerinden önce Türk hava sahasına daha sonra da buradan Suriye toprakları üzerine geçtiği belirtiliyor. Nitekim Suriye’nin de yeni dinleme tesisini kendi toprakları üzerinde Urfa’nın alt taraflarına kurduğu tahmin ediliyor.

Suriye ordusu ses hızını aşan İsrail uçaklarını uçaksavarla mı yoksa füzeyle mi püskürttüğünü açıklamazken uzmanlar füze ihtimali üzerinde duruyor.

İsrail uçakları muhtemelen kendilerine kilitlenen füzelerden kurtulmak için manevra ve hızlarını arttırmak amacıyla yedek yakıt tanklarını Türkiye toprakları üzerinde bırakarak kaçtılar.

İsrail uçak parçası

Yakıt tankı bulundu

İsrail savaş uçaklarının bıraktığı yakıt tankları Hatay’ın Samandağ ilçesinde bulundu. İlçe sakinleri de 3-4 uçağın 500 metre kadar alçaktan uçtuklarını duyduklarını, hatta camların sarsıldığını aktardılar.

Görgü tanıkları uçakların önce kuzeye doğru 15 dakika sonra ise güneye doğru uçtuklarını söylediler. Bu da uçakların Akdeniz üzerinden Türk hava sahasına girip çıktıklarını doğruladı.

Uçakların bıraktığı yakıt tankları ise Suriye sınırına 3 kilometre uzaklıkta Hassa’nın Büyükger Mezrası’nda Perşembe günü öğleden sonra mezraya koyun otlatmaya giden çobanlar tarafından bulundu.

Yaklaşık 4 metre uzunluğundaki uçak parçalarını inceleyen jandarma ekipleri, parçaların savaş uçağı tankı olduklarını belirledi. Askeri uzmanlara göre yakıt tankları, İsrail Hava Kuvvetleri’nin F-15I Ra’am (Gök gürültüsü) uçaklarına ait.

Gök gürültüsü

Amerikan Boeing tarafından geliştirilen uçaklar İsrail ordusuna 1999 yılında katıldı. 25 uçak, taşıdığı özel atış sistemleri ve lazer güdümlü bombalarıyla çok hassas hedefleri vurabiliyor.

Kanat altında iki adet 600 galonluk yakıt tankı taşıyabilen F-15I’lar yakıt ikmaline gerek kalmadan çok uzak mesafelere uçabiliyor. Uzmanlar, F-15I’ların İsrail’den yaklaşık bin 300 kilometre uzaktaki hedefleri yakıt ikmali yapmadan bu yakıt depolarını kullanarak vurup üslerine geri dönebileceklerine dikkat çekiyor.

İsrail uçak yakıt tankı

Türkiye-İsrail susuyor

Hatay Valisi, İsrail savaş uçaklarına ait parçanın Diyarbakır’daki Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na ait tesise götürülüp inceleme altına alındığını açıklarken, konuyla ilgili başka hiçbir resmi açıklama yapılmadı. Olay, Genelkurmay’ın internet sitesindeki hava ihlalleri duyuruları bölümünde dahi geçmiyor.

İsrail devleti de sessizlik politikası izliyor. Konuyla ilgili resmi açıklama yapılmazken, Başbakan, Bakan ve ordu kaynaklarından gelen kişisel açıklamalar ise inkar edici ve oldukça temkinli.

İran-Suriye alttan almıyor

Suriye ordusunun konuyu dünya gündemine taşıyan oldukça sert açıklamasının ardından Suriye Enformasyon Bakanı Muhsin Bilal bir açıklama yaparak hükümetin İsrail’e verilecek cevabı görüştüğünü açıkladı.

Bakanın 6 Eylül günü yaptığı bu açıklamadan önce ise İran’ın Şam Büyükelçisi Muhammed Hüseyin Ahteri, Suriyeli yetkilileri arayarak ülkesinin Suriye’ye her türlü imkanı sunmaya hazır olduğunu açıkladı.

Saldırı Rusya-İran-Suriye ittifakına karşı

İsrail’in sınır ihlali, İran ile Rusya arasında nükleer yakıt konusunda yapılan anlaşmaya denk gelmesiyle zamanlama olarak dikkat çekici.

İran ve Rusya, İran’ın Buşehr’deki nükleer santralini faaliyete geçirecek yakıtın sağlanması konusunda bir takvim üzerinde anlaşmaya vardılar. Tesisin inşası da Rusya tarafından yapılmıştı.

İsrail medyasında da, savaş uçaklarının Suriye hava sahasını ihlal etmesinin, bölgede etkinliğini arttırmaya çalışan Rusya’ya karşı bir ‘göz dağı’ niteliğinde olduğu yorumları yer alıyor.

İsrail medyasında bu gözdağına, Rusya’nın Suriye limanlarını kullanmasının ve bölgeye füze sistemleri yerleştirmesinin neden olduğu belirtiliyor.

Rusya’nın 1991’den beri boş olarak tuttuğu Tartus üssünde deniz dibi taraması yaptığı ve Latkya’da liman inşa ettiği ileri sürülüyor. Ayrıca Rusya’nın Tartus üssünü korumak amacıyla üsse S-300 füzeleri yerleştirme planları yaptığı da konuşuluyor.

Yediot Ahronot gazetesinde, Rusya’nın Akdeniz’de üs elde etmesinin Tel Aviv hükümetini oldukça rahatsız ettiği, MOSSAD’ın, Suriye limanlarında bulunan Rus gemilerini İsrail için doğrudan bir tehdit olarak gördüğü kaydedildi.

Nükleer silah üretmekle suçladığı İran’ı birinci tehdit olarak gören İsrail, Rus gemilerinin Suriye limanlarını kullanmasını ikinci bir tehdit olarak algılıyor. Rusya ise bölgede 1991 yılından beri ABD’ye kaptırdığı mevzilerini tekrar ele geçirmenin hesaplarını yapıyor.

İsrail-Türkiye kan ittifakı ilk değil

İsrail geçtiğimiz yaz Gazze ve Güney Lübnan’a saldırmış, bölgeye aylarca bomba yağdırılmıştı. Bu bombaların bir kısmının ise İncirlik Üssü’nden sevk edildiği açığa çıkmıştı.

İsrail ordusuna İncirlik’ten askeri sevkiyat Mersin’deki NATO limanı üzerinden yapılmıştı. Üsden tırlar vasıtasıyla limana götürülen bombalar buradan gemilerle İsrail’e taşınmıştı.

Türkiye devleti sevk edilenin “İncirlik’te bulunan ihtiyaç fazlası mühimmat olduğunu” ileri sürerken Mersin Limanı’na giren tırların taşıdığı konteynırların üzerinde “USAF-United States Aır Force” (ABD Hava Kuvvetleri) ve “Explosives” (Patlayıcılar) yazıyordu.

Türkiye, İsrail komandolarının eğitimi için Bolu’daki kırsal alanları ve pilotlarının eğitimi için ise Konya ovasını açmıştı. Konya ovasında yapılan eğitimlerin amacı bu son hava ihlalinde ortaya çıktı.

Bolu’daki eğitimler ise İran ya da Suriye’ye yapılacak bir kara operasyonuna hazırlık amacı taşıyor. Çünkü İsrail’de Suriye ya da İran’ın doğal ortamına benzer dağlık alanlar bulunmuyor.

İncirlik kapatılsın

Topraklarını, limanlarını, hava sahalarını, üslerini… emperyalizm ve siyonizmin emrine sunan Türkiye devletinin üzerinde Lübnan ve Filistin halklarının kanı bulunuyor. Şimdi girişilen provokasyonlarla Ortadoğu’nun diğer halklarının kanı da it dalaşının gönüllü hizmetkarlığını yapan Türkiye’nin üzerine sıçrıyor.

Bugün gökten savaş uçaklarının yakıt tankları düştü. Yarın kan yağmayacağının bir güvencesi yok.

Posted in Uncategorized | Leave a Comment »

MARKS NEDEN BEN MARKSIST DEGILIM DEDI…?

Posted by hurremkaraoglu on September 9, 2007

Murat BIRDAL yazdi…Geçtiğimiz haftalarda bu sayfada tartışılan ve “Kürt sorununu sosyalizme havale eden” yaklaşım aslında sosyalistlerin yüzyılı aşkın bir süredir tartıştığı altyapı-üstyapı ilişkisine ve solun kimi hastalıklarına değinmeyi de kaçınılmaz kılıyor.

Buradaki “Kürt sorunu” yerine kolaylıkla ırkçılık, kadın sorunu gibi daha genel farklı eşitsizlik veya ayrımcılık türlerini yerleştirmemiz mümkün. İşin can alıcı yanı şu ki, “sosyalist” hareketlerin analiz yeteneği ve güncel yaşama müdahale olanakları azaldıkça sosyalizme havale edilen sorunlar da günden güne büyümekte. Fazla zorlanmadan İstanbul’un trafiğini, Ankara’nın su sorununu da bu kategoriye dahil etmek mümkün. Sonuçta yaşanılan sorunların arka planında yerel ya da merkezi yönetimlerin mevcut kaynakları kullanımındaki ideolojik tercihleri belirleyici rol oynamaktadır. Cevaplanması gereken ise verili ekonomik sistem içerisinde iktidarın sorunların çözümüne dair farklı bir tercihe zorlanıp zorlanamayacağı ve sol açısından bunun ne oranda tercih edilebilir olduğudur.
***
Marksizmin ırkçılık veya genel olarak ayrımcılığa ilişkin analizinin temelinde üretim ilişkisi diğer bir deyişle teknolojik-ekonomik altyapı belirleyici rol oynar. Kısaca özetlersek, köleliğin ortaya çıkışı bireylerin kendi geçimlik tüketiminin üzerinde artı-değer üretmesine izin verecek teknolojinin ortaya çıkışıyla eş zamanlıdır. Bireyin tükettiği kadar üretebildiği ve fazla ürünün saklanamadığı, yani birikimin olmadığı avcı toplayıcı toplumlarda köleliğin ortaya çıkmaması bu sebeptendir. Tarım toplumundan kapitalizme geçiş süreci ise değişen üretim koşullarıyla birlikte köleliğin de sonunu hazırlamıştır. Fabrika koşullarında, kölelerin silah olarak kullanılabileceği (sabotaja da müsait) birçok alet ve teçhizatla üretim yaptığı bir ortamda köle ayaklanmalarının kontrol altına alınması ve şehir ortamında hızla yayılmasını engellemek imkansızlaşmıştı. Bu anlamda ücretli “hür kölelik” döneminin başlangıcı da kapitalizme geçişin gerekliliklerindendir. Günümüz kapitalizminin önde gelen ideologlarından Milton Friedman’a göre ırkçılığın (ayrımcılığın) ilacı serbest piyasadır. Çünkü, yalnızca kâr güdüsüyle hareket eden işveren ırkına, cinsiyetine bakmaksızın daha nitelikli işgücünü istihdam etmek kaygısındadır. Peki, Friedman’ın tahminlerinin aksine, köleliğe son veren kapitalizmin ırkçılık ve genel olarak ayrımcılığı yeniden üretmesinin ardındaki neden nedir?
Herhangi bir ayrımcılığın ekonomi politik altyapısını anlamak için mevcut durumun “hangi sınıfın çıkarına hizmet ettiği” sorusunu analizin merkezine yerleştirmek gereklidir. Sözgelimi, ABD’de ırkçılığın yoğun olarak görüldüğü güney eyaletlerinde ücretler ırkçılığın daha az etkin olduğu kuzey eyaletlerine göre tarihsel olarak son derece düşük bir seyir izlemiştir. Burada elbette ki en önemli etken, siyahların sendikalara alınmayıp kimi zaman ayrı sendikalar kurmaya zorlanarak, ya da sendika içerisinde görev almaları engellenerek sendikal hareketin zayıflatılması olmuştur. Bu durumda güneyli beyaz işçi de kaybeden konumundadır. Kazanan ise hem güneyli kapitalist hem de bölgeden düşük maliyetli ara mal sağlayan kuzeyli kapitalist olmuştur. Kadınlara yönelik ayrımcılık konusunda da durum farklı değildir. Tarihsel olarak hayatın genelinde olduğu gibi sendikal hareket içerisinde söz sahibi olması engellenen kadınlar arasında sendikalaşma oranı erkek işçilere göre daha düşük seyretmektedir. Bunun doğal sonucu olarak kadınların yoğun olduğu işkollarında genel ücret seviyesi diğer işkollarının altında kalırken, bu işkollarında çalışan erkek işçiler de kadın meslektaşlarından daha fazla kazansa da genel olarak diğer sektörlerdeki erkek işçilerden düşük ücret almaktadır. Kısacası, ayrımcılık egemen sermaye sınıfına kazandırırken, kaybeden kadın ya da erkek, siyah ya da beyaz emekçiler olmaktadır.
***
Gelelim başta sorduğumuz soruya. Mevcut üretim ilişkisinde bir değişiklik olmaksızın, ayrımcılık dahil olmak üzere kimi eşitsizlikleri, adaletsizlikleri giderme çabası ne denli gerçekçidir. Farklı örneklerle açıklarsak, asgari ücretin arttırılması, parasız eğitim, çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi talepler sosyalistler tarafından sahiplenilmeli midir? Batıda yüzyılı aşkın bir süre içerisinde işçi sınıfının mücadelesi sonucunda kazanılan sosyal ve demokratik haklar (mülksüzlerin oy verme hakkı dahil) yalnızca dönemsel tavizler veya değişen üretim koşullarının (artan işgücü verimliliği, emperyalizm aracılığıyla Batıya artı-değer aktarımı vs.) yarattığı olanaklar olarak görülebilir mi? Bölgede savaşa çocuğunu kurban vermiş anaya, töre tehdidi altında kimliksizleştirilen genç kızlara “Devrimi bekleyin” öğüdü vermek midir sosyalistin ödevi? Yoksa toplumun tüm ezilen kesimleriyle birlikte mücadele verip hayatlarını kolaylaştıracak her türlü kazanımı elde etme çabası mıdır? Böylesi bir çaba aynı zamanda sistemin özünden kaynaklanan tıkanıklıkları ve reformlarla törpülenemeyecek zıtlıkları da ifşa etmenin yegane yoludur. Yakın geçmişte Latin Amerika’da iktidara gelen bağımsızlıkçı reformist hareketlerin uluslararası sermaye tarafından yolu tıkandıkça giderek büyüyen bir halk desteğiyle daha keskin bir dönüşüm sürecine doğru yol alması da benzer bir sürecin sonucudur. Kaldı ki, böylesi bir mücadele yöntemi kitlelerde kapitalizme dair bir yanılsama yaratmak bir yana halkın sosyalistlere duyduğu güveni de arttıracaktır. Unutulmamalıdır ki, Ekim Devrimi işçilerin havalandırma, sıcak su, kantin, tuvalet gibi basit gündelik talep ve kazanımları üzerinden yükselmiştir.
Engels’in Bernstein’a yazdığı 1882 tarihli mektubunda Marks’tan alıntı yaptığı “Kesin bir şey varsa o da Marksist olmadığımdır” sözü, damadı Paul Lafargue ve Jules Guesde nezdinde kapitalist sistem içerisinde her türlü kazanımı “reformizm” olarak nitelendiren ve kabaca tüm eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin çözümünü sosyalizme havale eden “Fransız Marksistlere” tepkiden başka bir şey değildir. Bu bahaneyle kimi çevrelerce yerli yersiz alıntılanan bu sözün içeriğini de açıklayarak tartışmayı noktalayalım.

Posted in Uncategorized | Leave a Comment »

FİLİStİN

Posted by hurremkaraoglu on September 8, 2007

Intifata, Serhildan, Isyan…

 

Kanınız, kanımız
ırmak oldu
taştı yatağından
Şabra Şatilla,Laş’a dönüştü,
çıkmaz usumdan.
Büyüğüm,küçüğüm,yaşıtımsın
bense sürgünler çocuğu..
Göğsümde kırımlar yarası
bir ben bilirim dostum,
bir ben bilirim kurşun yağmurlarını
seher vakti dara gerilmeyi
Sen, Filistin çocuk
alnında hüzün…
sen sürgün;
ben sürgün türküsünü yazmak isterim
kavgamızın

 

Filistin kan Filistin gözyasi, Filistin ölüm.

Ama Filistin isyan, Filistin serhildan, Filistin intifada

Dünyanin neresinde olursun olsun Emperyalizme, baskiya, siddete karsi direnenlere Selam olsun !

Filistin halki yanliz degildir !

Posted in Kategori | Leave a Comment »

KÜRT SORUNU’NA MARKSİZM’İN YAKLAŞIMI

Posted by hurremkaraoglu on September 8, 2007

KÜRT SORUNU’NA MARKSİZM’İN YAKLAŞIMI
HİÇBİR ZAMAN KARMAŞIK, ZOR YA DA BULANIK OLMAMIŞTIR
Kürt Sorunu; ister olumlu, ister olumsuz bir yaklaşıma sahip olsun, hemen
herkesçe varlığı bilinen, görmezden gelinemeyen bir gerçekliktir. Bu
nedenle; kimileri çözüm aramakta, kimileri sorunun özüne yabancılaşmış bir
duruşla istismar eder duruma düşmekte, kimileri de şovenizmin mümkün olan
tüm biçimleriyle karşı duruşu tercih etmektedir.
Bilinçli çarpıtmaların da etkisiyle, sapla samanın karıştığı böylesi
durumlarda, genelde solun, özelde devrimcilerin yaklaşımı büyük önem
taşımaktadır. Çünkü, bilinir ki devrimciler, bir olguya en geniş
perspektifle ve en objektif yaklaşabilme şansına sahip olan kesimdir. Bu
bağlamda toplumun aklıdır; öngörü kabiliyetidir. Eğer devrimcilerde bir
kavrayış sorunu belirmişse; toplumda akıl tutulması ihtimali belirmiş
demektir.
Kürt Sorunu’na yaklaşımda bugüne dek bilimsellik veya genel geçer doğrular o
kadar çok eğilip büküldü ki; normsuzluk, solun genel görünüşüne gölge
düşüren boyutlara vardırıldı. Gerçekte ise, Kürt Sorunu’na Marksizm’in
yaklaşımı hiçbir zaman karışık, zor veya bulanık olmamıştır. Kürt Sorunu dün
de vardı bugün de vardır. Ama bugün artık Kürt Sorunu, onu çözme iddiasında
olanlarca eklenen problemleri de içeren, daha karmaşık bir hal almıştır.
Öncelikle bilinmek durumundadır ki bir halkın kimliğini oluşturan faktörler,
birilerinin niyetine göre arttırılıp azaltılamaz. Dün bu kimliğin özgürlüğü
için kavga etmiş olmak, bir teşekkür için hak oluşturur; onurlu bir durumdur
da… Ne var ki, bir dönem mücadele etmiş olmak, hiç kimseye halkının
taleplerini kırparak, adeta yokluğa rıza gösterir duruma düşürme hakkı
vermez. Birileri uzlaşabilir, afla veya “ Küçük bir adıma büyük değer
biçeriz ” (Murat Karayılan) diyerek kırıntılarla yetinen bir duruşu tercih
edebilir. Ama, bu durum, Kürt Sorunu’nun ne kapsamını ne de çözüm yollarını
değiştirir.
Bugün gelinen aşamada artık Kürt Sorunu, bir topluluğun ulus olmaktan
kaynaklı sorunlarının içerildiği bir çerçeveyi aşmış; devrimci diğer
görevlerle bütünleşmiş durumdadır. Bu çerçeve genişlemesi, bir halkın
kaderini tayin etme hakkını ne küçültmüş ne de geri düşürmüştür. Mesele, iç
içe geçen problemlerin, çözüm öznelerinden araçlarına kadar gerektirdiği
karşılıklı ilişkilenmenin, bütünselliğin bilincinde olmaktır. Son Milli
Güvenlik Siyaset Belgesi’nde “ Aşırı sağın tehdit olmaktan çıktığı ”
vurgusu, milliyetçi-şoven demagojinin, faşist eskisi birkaç serserinin işi
olmadığının ve atılan adımların rejim adına etkili odaklarca atıldığının
göstergesidir. Bu, içine Kürt Sorunu’nu da alarak, emekçilerin sorunları
etrafında birlikte hareketini, daha da önemli kılmıştır. Türk ve Kürt
halkları arasında çatışma tohumlarını özel bir gayretle eken ellerin
karşısına çıkarılacak böyle birlik, kardeşliğin sigortası olacaktır. Ne
kadar çok sayıda yaşam alanı ve örgütlü zeminde birlikte hareket
geliştirilebilirse, “Bayrak Yürüyüşü”, “vatan-millet nutukları” biçimindeki
istismarlar o denli boşa çıkacaktır. Tersine, bütünleştirici değil, yıkıcı
dinamikler üzerine bina edilmiş “ulusal çıkar” demagojilerine kanıp, DİSK
yöneticilerinin yaptığı gibi 12 Eylül mitinginden vazgeçmek, ırkçı demagoji
havuzuna su taşıyan bir tutum olmaktadır.
Bugün Kürt Sorunu’nun emperyalistler ve işbirlikçileri arasında bir pazarlık
unsuru olarak da kullanılması, bunun yanında milliyetçi demagojinin
karşıtlık ürettiği en temel öğe olması; Kürt Sorunu’na gerek antiemperyalizm
, gerekse kardeşlik için bir sırçama tahtası olabilme niteliği
kazandırmıştır. Kürt önderliğinin uzlaşmacı karakterine rağmen böyle bir
imkan vardır; bu değerlendirilmeli ve önderliğin zaaflarının solda
reaksiyoner tutumları tetiklemesine, Kürt halkının hiçbir iradenin ipoteği
altında olmadığı gerçekliğinin unutulmasına izin verilmemelidir.
Uçsuz bucaksız bir teslimiyetin, sefalet ve yoksunluğun egemen kılınmak
istendiği Türkiye coğrafyasında, Kürt halkı yokluğun her biçimini daha derin
yaşamakta, uluslararası senaryoların en sivri ucuyla muhatap edilmektedir.
Kürt ulusal hareketinin dünden bugüne uzanan ve giderek daha net çizgilerle
dışavuran uzlaşmacı (hatta işbirlikçi) karakteri, Kürt halkının önümüzdeki
süreçte net tutum alabilmesi üzerinde gölgeleyici/bozucu bir etkide
bulunmakta; tereddüte ve “kafa karışıklığı”na sebep olmaktadır. Görünen o ki
bu ara süreç (netleşmeyi sağlayacak geçiş dönemi) bir süre daha devam
edecektir. Bu, öznel etkilerle hareket etmeyenlerce kolaylıkla görülebilecek
bir durumdur. Örneğin James Petras , Türkiye’yi ziyareti sırasında, 68
yıllık hayatının 50 yılında Türkiye’deki, Irak’taki, İran’daki Kürtlerin
özgürlük taleplerini, eğitim haklarını, sosyal haklarını sonuna kadar
desteklediğini, ancak karşısına Amerikan ve İngiliz emperyalizminin
Ortadoğu’daki siyasetlerinin işbirlikçisi bir Kürt hareketi çıktığını
söyledi ve Türkiye’deki Kürtleri tercih yapmaya çağırdı: ” Hayatımın son 50
yılı emperyalizme ve emperyalizmin dünya halklarına karşı yürüttüğü
saldırılara karşı mücadeleyle de geçti. Şimdi Türkiye’deki Kürt yoldaşlar
Irak’taki bu gelişmeye cevap vermek zorundadırlar. Aksi takdirde tarafımdan
onlarla aynı şekilde değerlendirilecektir. Bugün Türkiye’deki Kürtler bir
tercih yapmak zorundadır. Ya Türkiye’deki ve dünyadaki devrimci, demokrat ve
sosyalist örgüt, parti ve aydınlarla dayanışma ilşkisi içinde olacaklar ya
da emperyalizmin işbirlikçisi olarak karşımızda yer alacaklardır. Tercih
bizlerin değil Kürt yoldaşların .”
KÜRT HALKI ÖNDERLİKTE BULANIKLIK PROBLEMİNİ
DENEYİMLE, AKIL VE SEZGİ GÜCÜYLE AŞACAKTIR
Eskiden sadece devrimciler değil, objektif bakabilen, aklı çeşitli
çelmeleyici araçlarla gemlenmemiş her insan, örneğin bir işgal sonrasında
ortaya çıkan her olumsuz sonucu işgalcilerle ilişkilendirir, faturayı onlara
keserdi. Bugün Irak’ta direniş eylemlerinin sıçrayan kurşun veya
şarapnelinden masum insanların zarar görmesi halinde, bunun müsebbibinin
işgalciler olarak görülmesi, doğru ve gerekli bir yaklaşımdır. Ne var ki
gerek yalan bombardımanı gerekse ağaca fazlaca bakıp ormanı göremez durumuna
düşmek sebebiyle, bugün Irak’ta veya Irak bağlamlı farklı coğrafyalarda
yaşanan gelişmeler yanlış değerlendirilebilmekte, fatura ABD ve
işbirlikçileri yerine, her türlü değerine tecavüz edilmiş Iraklı’nın direniş
çabasına kesilebilmektedir.
Benzer bir durum, Türkiye’de Kürt Sorunu bağlamında yaşanmaktadır. “ Savaşın
dehşetini yüreklerinde hisseden Türk ve Kürt vatandaşların çağrısının
sonucu, bir aylık cılız bir silah bırakma oldu .” (Doğan Tılıç, Birgün
Gazetesi, 1 Eylül) biçimindeki değerlendirmelerde olduğu gibi sorun, onu
kurgulayıp büyüten asıl sorumlulardan, gerçek müsebbiplerden bağımsız ele
alındığında, parça bütünden koparıldığında , bırakalım bütünü, parça bile
anlaşılamaz hale gelir.
Süreci yakından takip eden herkesin bildiği gibi Türkiye’de bir Kürt Sorunu
varsa, bunun tek nedeni Kürt halkına yıllardır uygulanan asimilasyon, baskı,
zulüm ve demokrasisizliktir. Ortada bir şiddet varsa, bunu ilk
egemenler/devlet uygulamıştır. Tarihteki tüm örneklerinde olduğu gibi ezenin
şiddetine karşı ezilenin şiddeti meşrudur. Bu, doğru bir önderlik altında
yönlendirilip programlı bir rotaya sokulduğunda kurtuluş mümkün hale gelir.
Bugün Kürt halkının karşı karşıya olduğu talihsizlik; direncinin, mücadele
geleneğinin, bedel ödeyebilme kapasitesinin yanlış bir önderlik sebebiyle
istismar edilmesi ve sonuçta yokluklarla örülü “kader”ine rıza göstermesi
için aynı önderlikçe ikna edilmeye çalışılıyor olmasıdır.
Kürt sorunu karşısında Türkiye egemenlerinin geleneksel tutumu devam
etmektedir. Genelkurmay’ın da AKP’nin de tutumu öz olarak aynıdır. O
zeminden çözüm çıkma olasılığı yoktur. Yumuşama gibi görülmek istenen
tutumlar yeni değildir ve her seferinde birikimin tüketilmesiyle,
mücadelenin sekteye uğratılmasıyla, işbirliği eğiliminin güçlendirilmesiyle
sonuçlanmıştır.
Kişisel niyetleri, algılayabilme kapasiteleri ne olursa olsun, aydınların
son süreçte aldığı rol, Genelkurmay eksenli tutumu güçlendirmekte, AKP’nin
dahi çözücü özne olarak görülebilmesine hizmet etmekte, Kürt önderliğinin
bütünüyle ölçeksiz, tutarsız görüntüsüne ise, hiçbir olumluluk katmamakta;
sürecin, öncekiler gibi Kürt halkının umudunun kırılıp dökülmesiyle
sonuçlanacağı görülmektedir.
Bizlerin ne PKK’ye, ne DEHAP’a, ne de aydınlara karşı özel bir koşullanması
yok. Ama biz devrimciyiz; birileri bize darılmasın, alınmasın diye
teslimiyete, uzlaşmaya, devletin 70 yıllık uygulamalarının aklanmasına göz
yumamaz; sessiz kalamayız.
“ Kuyuya bir deli bir taş attı; kırk akıllı çıkaramadı ” misali, Kürt Sorunu
konusunda yazan, konuşan pek çok kişi PKK’nin silah kullanması noktasına
takılıp kalmış durumda. Öncelikle belirtelim ki PKK uzun süredir, ateşi
kesmiş de kesmemiş de olsa gerçek anlamda silahlı mücadele vermemekte;
silahı, pragmatik duruşunun bir devamı, ona hizmet edecek bir araç olarak
kullanmaktadır. Dost da düşman da PKK’nin önder kadrolarının (özellikle
APO’nun) silahın kullanıcısını kirlettiği üzerinde defalarca açıklama
yaptıklarını, silah kullanmaktan dolayı pişmanlık duyduklarını, devletin
ateşkese karşılık vermemesi durumunda dahi bir daha silahlı mücadeleye
başlamayacaklarına dair açıklama yaptıklarını biliyor. Ve yine bir süredir
sınırlı boyutta da olsa silaha başvurulmasının blöften, bir özne olarak var
görünme amacından, hatta bir çeşit çaresizlikten öte bir anlamı yoktu.
Son olarak, kimi aydınlarca çağrıların koşulsuz olarak PKK’ye yapılması,
çağrıcıların basiretsizliğinin de etkisiyle sanki tek sorunun PKK’nin
elindeki silahmış gibi bir görüntünün oluşmasına hizmet etmiş ve giderek
Susurluk’ta bir kısmı dışavuran, halka karşı işlenmiş suçların gölgede
bırakılmasına yardımcı olmuştur.
Evet bugün silahlı mücadele mümkündür . Hatta Irak’ta da görüldüğü gibi
düzenli bir orduyu çaresiz bırakmak için çokça neden ve araç vardır. PKK’nin
denediği bunlardan sadece biridir. Üstelik çok sınırlı, tereddütlü ve hatta
isteksizce uygulamaktadır. PKK’nin duruşu kesinlikle özgürlük için savaşan
gerilla hareketiyle karıştırılmamalıdır. Kimi dostlarımızın
belirttiği/zannettiği gibi son görüşmeler, silahın gücünün masaya yansıması
değildir. (Bkz. Devrimci Demokrasi Gazetesi) Ne silah kullananların ne de
masaya oturanların böyle bir duruşu, amacı yoktur. Emperyalist projelerden
güç alıp o denklemler içinde bir eklenti olabilmek için atılan adımlar, bir
özgürlük hareketinin attığı adımlarmış gibi gösterilmemelidir.
PKK’ye yaptığımız eleştiriler, duygusal bir refleksle karşılanıp “mağdurun
zora sokulması” olarak algılanabilir. Tabii bu bütünüyle duygusal bir
yaklaşım olur. Kürt Sorunu ise, duygusallığa tahammülü olmayan bir kavrayış
ve ciddiyet gerektiriyor. Arişivimizi inceleyenler görür; İmralı süreci
öncesi, Apo’nun tutsak düşmesi dahil her gelişmede koşulsuz destek sunduk.
Çünkü biz Kürt halkının özgürlüğü için atılan her adımı önemser ve yanında
oluruz. Bu niteliğimiz, Kürt halkının geleceğini özgürleştirmeye değil
ipotek altına sokmaya ve mevcut kazanımları geri boşaltmaya sebep olabilecek
adımlara ise, duygusallıktan uzak bir kararlılıkla tavizsiz davranmayı
gerektiriyor. Şemdinli’deki son gelişmeler sebebiyle de bu konjonktürde
PKK’nin eleştirilmemesi gerektiğini düşünenler olabilir. Biz ise tersini
düşünüyoruz. Kaldı ki Şemdinli’de yaşananların(faillerin halk tarafından
yakalanması hariç) hiçbiri sürpriz değildir. Zaten sorunun özünde devletin
sınıfsal niteliğinin yanlış okunması yatmaktadır. Dergimizin yayına
hazırlanmakta olan 19’uncu sayısında yer alan değerlendirmelerde de
belirttiğimiz gibi, ” Türkiye’de ise, devletin kendisi de eşine az rastlanır
düzeyde milliyetçidir. Hitler Almanyasından sonra, faşist niteliklerin en
güçlü olduğu ülkelerden biridir. Faşistlerin gizli veya açık örgütlenmeleri
hala ayaktadır. Susurluk, varlığını bir bütün halinde koruyor. Hatta yeni
koşullara göre yeni biçimler aldığını da söyleyebiliriz. Bu tür kesimler ve
arkasındaki sınıf ve katmanlar, muhtemel bir iç savaşı, kendilerini bir
biçimde finanse etmenin aracı olarak da düşünebilirler. Kürt Sorunu’nun
‘Fırat’ın doğusu’ndan ibaret olmaması, Kürt nüfusunun yarıdan fazlasının
Ankara’nın batısında yaşıyor olması; çok büyük nüfus hareketlerini ve
katliamları potansiyel bir risk olarak akla getiriyor. Bu risk, Kürt
önderliğinin de çok dikkatli, özenli olmasını gerektiriyor .”
Bizler bu değerlendirmeyi Şemdinli olaylarından önce yaptık. Ve henüz orada
sular durulmadan belirtiyoruz ki, halk devleti suçüstü yakalamış olsa da
sonuçta bu konu belki birkaç kişinin harcanmasına sebep olacak, ama büyük
olasılıkla yine Genelkurmay’ın kendini “kimi çürük yumurtalardan ayıkladığı”
imajı verilerek kapanacaktır. Susurlukta olduğu gibi Şemdinli’de de
dışavuran devletin bizzat kendisidir. Devletin bu işleri yapan “derin” bir
kesiminin olduğu yorumu bile devleti aklamaya hizmet eder. Daha önce de
belirttiğimiz gibi Tansu Çiller, Doğan Güreş veya Mehmet Ağar nasıl derin
değildiyse; Şemdinli’yi bombalatanlar da derin değildir. Devletin bizzat
kendisidir. Devletin bu faşist niteliği kavrandığında, yani olgulara
sınıfsal perspektif ile yaklaşıldığında, hem Şemdinli olaylarına karşı hem
de genelde Kürt sorunu için ne yapılması gerektiği daha net biçimde ortaya
çıkar. PKK’nin çaresizliği, sınıfsal düşmanlarından medet umması, onlarla
uzlaşmayı çözüm görmesi ve bilimsel yöntem yerine pragmatizmi tercih etmesi
sebebiyledir; bizim onu eleştirmemiz de bu nedenledir ve sonuçta onun
yararınadır .
Kürt halkı yalnız değildir; aciz ve hak dilencisi de değildir. Binlerce
çocuğunu özgürlük için feda eden bir halk, AB’nin veya ABD’nin sahte
demokratikleşme manevralarına kurban edilmemelidir. Buna, PKK dahil hiç
kimsenin hakkı yoktur. Süreç hızla netleşmeyi/saflaşmayı zorlamakta, sisteme
ve araçlarına öykünenler, öykündüklerinin yedeği durumuna düşürülmekte,
bağımsız durabilmek giderek daha zor ve daha onurluca olmaktadır.
Her dönem, kendi özgücüne güvenmeyip sistem içi kanallarda kendine yer
arayan yapılar olmuştur. Devrimciler, hem bunlarla aralarında net bir duruş
farkı koymalı hem de halkın bu kesimlerce istismarının önüne geçmelidir.
Kürt halkı hafızasız değildir.
İnanıyoruz ki Kürt halkı hafızasız değildir. Onu bedel ödemeye razı eden
nedenlerin bugün AB veya ABD eksenli politikalara malzeme olma siyasetiyle
bağdaşmadığını onlar da görecek, evlatlarını şehit verdikleri kavganın
ucunda işbirliği değil, demokratik kazanımlar, hak ve özgürlükler olduğunun
ayırdına varacak ve giderek özgürlük nehri kendi yatağını bulacaktır.
Bugün PKK’ce belirlenen duruşun en çarpıcı yanı, pragmatizmdir; ilkesizlik,
işbirliği eğilimini büyütmüş; işbirliği eğilimi, emperyalist çıkar
denklemleri içinde çözüm aramayı beraberinde getirmiştir. Kendi çözümünü
uygulayamayan ve giderek halkın güvenine dayanarak iş yapma kabiliyetini
yitiren PKK her gün giderek ABD’nin (veya AB’nin) çözümüne yaklaştığını
çeşitli adımlarla göstermiştir.
Bugün Kürt halkı, uzun süreli kavganın ve ödenen bedellerin öğreticiliğiyle
hiçbir duygusallığa düşmeden hareket etmeli; kendi gücüne güvenmeli;
milliyetçi eğilimler yerine kardeşliği, işbirlikçilik yerine özgürlüğü öne
çıkarmalı ve örgütsel tercihini mantıksal seçimle yapmalıdır.
İnkar da asimilasyon da sömürü ve baskı da devam ediyor. Bu sorun, onun
müsebbipleriyle anlaşarak, onlara el açarak veya şirin görünme gayretleriyle
çözülemez. Kürt halkı, bunu yaşayarak bizzat görmüştür. Tarihin tekerrür
etmemesi, ödenen bedellerin boşa gitmemesi için hala vakit vardır. Buna
öncelikle Kürt halkı karar verecektir. Anti-feodal ve antiemperyalist
olmadığı sürece hiçbir yapı, hiçbir adım, Kürt halkının yararına değildir;
demokratik veya özgürlükçü değildir.
Türklük, milliyetçilik temelinde öne çıkarılan değerler, dayatılan ölçek ve
davranış normları yıpratıcı ve tahrik edicidir; ama bunlara karşı koymanın
yolu, benzerini Kürtlük temelinde üretmek değil, kardeşliği öne çıkarmaktır.
Bu da devrimcilerin örgütlü önderliğini, yani halkla devrimcilerin
buluşmasını zorunlu kılıyor.

Posted in Kategori | Leave a Comment »

Şirinler Manifestosu

Posted by hurremkaraoglu on September 8, 2007

Şirinler Manifestosu

Şirinlerin tekrar eden davranışları normal kapasiteli çocuklar tarafından anlaşılabilir hale getirilip, ahlaki dersler olarak sunuldu. Şirinler amerikan canavar kamyon yarışları kadar amerikandılar. Yoksa şirin çileği kadar kırmızı mıydılar? Daaan daaan daaaan

Bu 100 kişilik kolonide yanlış olan neydi? Asla barbar değillerdi, asla küfür etmezdiler ve daha da ötesi şirin köyde asla herhangi bir aşağılayıcı kötü muamelede bulunulmazdı. Nahoş gerçekliklere kör edilebilmek için şirin ahlakıyla büyülendik. Şirinler kirli çürük komünistlermiş.

Topraklar şirinler tarafından paylaşılmamıştır. Yemek ve erzaklar kominal mantar şapka evlerde güvenle saklanır ve tüm şirinlere eşit olarak dağıtılırdı. Çiftçi şirin mahsulünü müşteri şirine satmaz ve yetiştirdiği her ne varsa bunun herkes için olduğu algılanırdı. Ne ürünler ne de hizmetler ne kadar hayati olursa olsun sadece bir bireyin karı için satılmazdı. Her şirin temel Marksist prensiplerdeki gibi ortak bir ürün için çalışırdı. Aşçı şirin onların müteşekkir şirin ağızlarını besleyen kamp aşçılarıydı. Ne zaman lavabon tıkansa usta şirin hemen ordaydı. vs. vs.

Hillary clinton’ın komünist çocuk yetiştirmek adlı kitabında bir şirin yetiştirmek için bir köy gereklidir ibaresi bulunmaktadır.

Bu deneyden çıkarılan sonuç şudur ki; şirinler, emek birlik felaketlerini önleyerek çalışmaya yatkındırlar. Birden fazla şirinin aynı işi yapma ihtimali önlenerek, bir şirinin çirkin istekleriyle bir birlik oluşturması imkânsızlaştırılmıştır. Şirin baba ve şirin dede 500 yaşından yaşlılardır. Akıllı şirinin ona emekli maaşlarını diğer yüzyıla götüremeyeceğini söylediğini hayal edebiliyor musunuz?

Şirin köyü bir kapalı markettir. Para veya yabancı ticaret yoktur ve tüm iyelikler kominaldir. Şirinler marketin haksızlık ve açgözlülüğü yüzünden bedava market fikrini reddederler.

Her şirin uğraşı şirinlerin gerçekten komünist olduklarının önemli bir kanıtıdır. Köydeki pozisyonları ne olursa olsun boyacı yada aşçı fark etmez, sadece o pozisyonda olmalarına izin verilir ve toplumda birden fazla fonksiyonlarının olması aşırı uygunsuzdur. Bir bölümde şirinlerin işlerini değiştirdiği anlatılmaktadır. Kibirli şirin boya yapmayı dener, şair şirin inşaat yapmayı dener vs. tabiî ki şamata birbirini izler ve sonuç felakettir.
Çoğu Amerikalıya göre şirin baba kırmızı giyinip, beyaz ve maviden oluşmaktadır. Fark edemedikleri şirin babanın şapka ve ayakkabılı pantolonları sosyalizmin sembolleridir. Genel iş elbiseleri Maoist Çin’de Mao süit diye anılan genel iş elbiselerine çok benzemektedir. Her şirin aynı renkleri giyer ve aynı şarkıyı her yerde söyler. Siz de kendinizi la la la diye şarkı söylerken yakalamadınız mı? Biliyoruz ki yakaladınız. Herkes yaptı.

Ama bu ufak mavi komünistlerin köyünün en korkunç düşmanı kimdi? Tabi ki aç gözlü bir kapitalist. Gargamelin şirinler üzerine olan çirkin planı onları yakalamak ve altına çevirmekti (reytingler düştükten sonra yemek istemeye başladı). Şirinlerin şeytani düşmanı, en büyük kapitalist barış ve huzur dolu küçük şirin birliğinin en büyük tehditiydi.
Şirin dili sıklıkla şirin kelimesini kullanır ve bunun farklı anlamlarını türetir. Diyaloglarının anlaşılabilir olacağı kadar isim ve fiili şirin sözcüğüyle yer değiştirirler. Bu komünist Çin’deki her şeyin halka dönüşmesine çok benzer. Örn: halkın ordusu, halkın kahramanı vs. Bizim de D&D.com sitesinde uyguladığımız taktiğe çok benzer ( Dave Dave Dylan & Dave Dylan Dylan; Dylan Dave Dave & Dylan ).

Şirine hiçbir mesleği veya kişisel bir özelliğiyle değil, sadece cinsiyetiyle köyde tektir. Şirine’nin asıl mesleği etrafta kadınca güzel görünerek dolaşmaktır. Bununla birlikte şirine şirin baba dışında kalan diğer şirinlerin hepsinden daha dalaverecidir.

Şirine gargamel tarafından üretilip şirinlerin arasına Truva atı olarak gönderilmiştir. Neyse ki şirin baba düşman şirinenin üzerinde bir büyü yapar ve onu bildiğimiz ve sevdiğimiz güzel(bu özelliği sayesinde yemek ve sığınak hakkı kazanır) şirineye çevirir.

Posted in Kategori | Leave a Comment »

BÜYÜK TAARRUZ VE BAŞKOMUTANLIK SAVAŞI

Posted by hurremkaraoglu on September 8, 2007

Yazar Mustafa Kemal ATATÜRK   
Çarşamba, 29 Ağustos 2007

TAARRUZ KARARI

Gerçekte ordumuz ihtiyaçlarını ve eksiklerini tamamlamak üzere bulunuyordu. Ben, daha Haziran ortalarında taarruza karar vermiştim. Bu kararımı yalnız Cephe Komutanı ile Genelkurmay Başkanı ve Millî Savunma Bakanı biliyorlardı. Bildirdiğim tarihlerde bir geziyi vesile ederek İzmit – Adapazarı yönüne hareket ettiğim zaman, Ankara’da Genelkurmay Başkanı F e v z i P a ş a Hazretleri’yle görüştükten sonra, o zaman Millî Savunma Bakanı bulunan K â z ı m P a ş a Hazretleri’ni Sarıköy istasyonuna kadar birlikte götürerek, oraya davet ettiğim Cephe Komutanı İ s m e t P a ş a Hazretleri’yle birlikte, taarruz için gerekli hazırlıkların sür’atle tamamlanması ile ilgili kararlar aldık.
Efendiler, artık Büyük Taarruz’dan söz açma sırası geldi. Bilirsiniz ki, Sakarya Meydan Muharebesi‘nden sonra, düşman ordusu büyük ve kuvvetli bir grupla Afyonkarahisar – Dumlupınar arasında bulunuyordu. Bir başka kuvvetli grubuyla da Eskişehir bölgesindeydi. Bu iki grup arasında yedek kuvvetleri vardı. Sağ kanadını, Menderes dolaylarında bulundurduğu kuvvetlerle, sol kanadını da İznik Gölü’nün kuzey ve güneyindeki kuvvetleriyle koruyordu. Denilebilir ki, düşman cephesi, Marmara’dan Menderes’e kadar uzanıyordu. Düşman ordusunun teşkilâtı, üç kolordu ve bazı müstakil birliklerin mevcudu da üç tümeni bulmaktaydı. Biz, Batı Cephesi’ndeki kuvvetlerimizi iki ordu halinde teşkilâtlandırmış ve düzenlemiştik. Bundan başka, doğrudan doğruya cepheye bağlı teşkilâtımız da vardı. Bizim bütün birliklerimiz on sekiz tümen idi. Bundan başka üç tümenli bir süvari kolordumuz ve daha zayıf mevcutlu iki süvari tümenimiz vardı. Teşkilâtı biribirinden farklı olan iki düşman ordusu biribiriyle karşılaştırılırsa, her iki tarafın insan ve tüfek kuvvetleri, aşağı yukarı biribirine denk bulunuyordu. Yalnız, Yunan ordusu, dünyanın hür ve kendisini destekleyen sanayiine dayandığı için, makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephane ve teknik malzeme bakımından daha üstün durumdaydı. Diğer taraftan bizim ordumuz süvari sayısı yönünden daha üstün bulunuyordu.


TAARRUZ PLANIMIZIN ANA ÇİZGİLERİ

Efendiler, düşman ordusunun cephe ve teşkilât durumu ile ona karşı Batı Cephesi’ndeki kuvvetlerimizin esas olarak iki ordu halinde kurulup düzenlenmiş olduğunu söylemiştim. Öteden beri tasarlamış olduğumuz taarruz plânımızın ana çizgilerini de arz edeyim:

Düşündüğümüz, ordularımızın ana kuvvetlerini düşman cephesinin bir kanadında ve mümkün olduğu kadar dış kanadında toplayarak, bir imha meydan muharebesi vermekti. Bunun için elverişli bulduğumuz durum, ana kuvvetlerimizi, düşmanın Afyonkarahisar yakınlarında bulunan sağ kanat grubu, güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan alanlarda toplamaktı. Düşmanın en hassas ve önemli noktası orasıydı. Çabuk ve kesin sonuç almak, düşmanı bu kanadından vurmakla mümkündü.
Batı Cephesi Komutanı İ s m e t P a ş a ve Genelkurmay Başkanı F e v z i  P a ş a, bu bakımdan gerektiği gibi bizzat incelemeler yapmışlardı. Hareket ve taarruz plânımız çok önceden tespit edilmişti.
Konya’ya gelmiş olan G e n e r a l T o w n s h e n d’in isteği üzerine, kendisiyle görüşmek için, Ankara’dan hareket ederek 23 Temmuz 1922 akşamı Batı Cephesi Karargâhı’nın bulunduğu Akşehir’e gittim. Savaş plânı üzerinde görüşürken Genelkurmay Başkanı’nın da katılmasını uygun bulduk. Ben, 24 Temmuzda Konya’ya gittim. 27’sinde tekrar Akşehir’e gelmişti. 27/28 Temmuz gecesi birlikte yaptığımız görüşme sonunda, tespit edilmiş olan plân gereğince taarruz etmek üzere, 15 Ağustosa kadar bütün hazırlıkların tamamlanmasına çalışmayı kararlaştırdık.
28 Temmuz 1922 günü öğleden sonra yaptırılan bir futbol maçını seyretmek bahanesiyle ordu komutanları ve bazı kolordu komutanları Akşehir’e çağrıldı. 28/29 Temmuz gecesi genel olarak komutanların taarruzla ilgili görüşlerini aldım. 30 Temmuz 1922 günü Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı ile yeniden görüşerek taarruzun şeklini ve ayrıntılarını tespit ettik. Ankara’dan çağırdığımız Millî Savunma Bakanı K â z ı m P a ş a da 1 Ağustos l922 öğleden sonra Eskişehir’e geldi. Ordu hazırlığının tamamlanmasında Millî Savunma Bakanlığı’na düşen işler tespit edildi.
TAARRUZA HAZIRLIK EMRİ

Ordunun hazırlıklarının tamamlanmasını ve taarruzun bir an önce yapılmasını emrettikten sonra tekrar Ankara’ya döndüm. Batı Cephesi Komutanı, 6 Ağustos 1922’de ordularına gizli olarak taarruza hazırlık emri verdi. Genelkurmay Başkanı ve Millî Savunma Bakanı Paşalar da Ankara’ya döndüler.
Efendiler, taarruz için yeniden cepheye gitmeden önce, Ankara’da yapılması gereken bazı işler vardı. Daha taarruz emri verdiğimi Bakanlar Kurulu’na da açıkça bildirmemiştim. Artık onlara resmi olarak haber verme zamanı gelmişti. Yaptığımız bir toplantıda iç ve dış durumlarla ordunun durumunu görüşüp tartıştıktan sonra, taarruz konusunda Bakanlar Kurulu ile görüş birliğine vardık.
Önemli bir konu daha vardı. Muhalifler ordunun çürüdüğünden, kıpırdayacak durumda olmadığından, böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemenin sonucunun felâketten ibaret olacağı yolundaki propagandalarına alabildiğine hız vermişlerdi. Gerçi, Meclis’te bu düşünce akımının bıraktığı yankılar, zaten düşmanlardan fazlasıyla gizlemek istediğim taarruz bakımından yararlıydı. Fakat bu olumsuz propaganda en yakın ve en inanmış kimseler üzerinde bile kötü etkisini göstermeye başlamış, onlarda da kararsızlıklar uyandırmıştı. Onları da yakında yapacağım taarruz konusunda ve altı yedi gün içinde düşmanın ana kuvvetlerini yeneceğime olan güvenim hususunda aydınlatmayı ve yatıştırmayı gerekli buldum. Bunu da yaptıktan sonra Ankara’dan ayrıldım. Genelkurmay Başkanı benden önce 13 Ağustos 1922’de cepheye gitmişti.
Ben birkaç gün sonra hareket ettim. Hareketimi belirli birkaç kişi dışında bütün Ankara’dan gizledim. Benim Ankara’dan ayrılacağımı bilenler, burada imişim gibi davranacaklardı. Hatta gazetelerde benim Çankaya’da çay ziyafeti verdiğimi de ilân edeceklerdi. Bunu şüphesiz o vakitler işitmişsinizdir. Trenle hareket etmedim. Bir gece otomobille Tuz Çölü üzerinden Konya’ya gittim. Konya’ya hareketimi telgrafla orada kimseye bildirmediğim gibi, Konya’ya varır varmaz telgrafhaneyi kontrol altına aldırarak Konya’da bulunduğumun da hiçbir yere bildirilmemesini sağladım. 20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra saat 16.00’da Batı Cephesi Karargâhı’nda yani Akşehir’de bulunuyordum. Kısa bir görüşmeden sonra 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana taarruz için Cephe Komutanı’na emir verdim.


26 AĞUSTOS 1922 TAARRUZ EMRİ

2O/21 Ağustos 1922 gecesi 1′ inci ve 2′ nci Ordu Komutanlarını da Cephe Karargâhına çağırdım. Genelkurmay Başkanı ile Cephe Komutanını da yanımda bulundurarak, taarruzun nasıl yapılacağını harita üzerinde kısa bir savaş oyunu şeklinde açıkladıktan sonra, Cephe Komutanı’na o gün vermiş olduğum emri tekrarladım. Komutanlar harekete geçtiler. Taarruzumuz, strateji ve aynı zamanda bir taktik baskın halinde yürütülecekti. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de kuvvetlerin yığınak ve hazırlıklarının gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu. Bu sebeple bütün yürüyüşler gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleneceklerdi. Taarruz bölgesinde, yolların düzeltilmesi v.b.çalışmalarla düşmanın dikkatini çekmemek için diğer bazı bölgelerde de benzeri yanıltıcı hareketlerde bulunulacaktı.
24 Ağustos 1922’de karargâhımızı Akşehir’den, taarruz cephesi gerisindeki Şuhut kasabasına getirttik, 25 Ağustos 1922 sabahı da Şuhut’tan savaşı idare ettiğimiz Kocatepe’nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha naklettik. 26 Ağustos sabahı Kocatepe’de hazır bulunuyorduk. Sabah saat 5.30’da topçu ateşimizle taarruz başladı.
BAŞKOMUTAN SAVAŞI

Efendiler, 26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Karahisar’ın güneyinde 50 ve doğusunda 20, 30 kilometre uzunluğundaki müstahkem cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustosa kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustosta yaptığımız savaş sonunda (buna Başkomutan Muharebesi adı verilmiştir),düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve esir aldık. Düşman ordusununBaşkomutanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi. Demek ki, tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir’e doğru yol alırken, diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir de kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.


ATEŞKES TEKLİFİ

Efendiler, Başkomutan Savaşı’nın sonuna kadar her gün büyük başarılarla gelişen taarruzumuzu, resmî bildirilerde pek önemsiz harekâttan ibaret gösteriyorduk. Maksadımız, durumu mümkün olduğu kadar dünyadan gizlemekti. Çünkü, düşman ordusunu tamamen yok edeceğimizden emindik. Bunu anlayıp, düşman ordusunu felâketten kurtarmak isteyeceklerin yeni teşebbüslerine meydan vermemeyi uygun görmüştük. Gerçekten, bizim hareketimizi sezdikleri zaman ve taarruzumuzun arkasından bize başvuranlar olmuştur. Örnek olarak, biz taarruza devam ettiğimiz sırada, Bakanlar Kurulu Başkanı olan R a u f  B e y ‘den, Ateşkes konusunda İstanbul’dan haber geldiğini bildiren 4 Eylül 1922 tarihli bir telgraf almıştım.Verdiğim cevap aynen şöyledir :
Tel. Makama özel 5.9.1922


Bakanlar Kurulu Başkanlığı


Yüksek Katına


Anadolu’daki Yunan ordusu kesin olarak yenilgiye uğratılmıştır. Yunan ordusunun artık yeniden ciddî bir direnişte bulunmasına ihtimal yoktur. Anadolu için herhangi bir görüşmeye gerek kalmamıştır. Ateşkes ancak Trakya için söz konusu olabilir. Bu bakımdan Eylülün onuna kadar doğrudan doğruya Yunan Hükümeti veyahut İngiltere vasıtasıyla, hükümetimize resmen başvurduğu takdirde, aşağıdaki şartlar ileri sürülerek cevap verilmelidir. Bu tarihten, yani Eylülün onundan sonra yapılacak başvurmaya verilecek cevap başka türlü olabilir. Bu takdirde durum bana ayrıca bildirilmelidir:


1- Ateşkes Anlaşması tarihinden başlayarak on beş gün içinde Trakya,1914 sınırlarına kadar kayıtsız şartsız Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin sivil memurlarına ve askerî kuvvetlerine teslim edilmiş bulunacaktır.


2 – Yunanistan’daki esirlerimiz on beş gün içinde İzmir, Bandırma ve İzmit limanlarında bize teslim edilecektir.


3 – Yunan Hükümeti, Yunan ordusunun üç buçuk yıldan beri Anadolu’da yaptığı ve yapmakta olduğu tahribatı tamir etmeyi şimdiden taahhüt edecektir.

Büyük Millet Meclisi Başkanı


Başkomutan


Mustafa Kemal

Posted in Kategori | Leave a Comment »